Fakir Baykurt
(Yazın Dergisi Kasım 1985 Frankfurt- Almanya)
Heidelberg'de Immi Waechter'in evinde buluşacaktık.Saat 18.00'deyemeğe oturacak, sonra Gutenberg Kitabevi'ne gidecektik. Faruk Çağla,Hasan Aydoğan, Helga Reindal. Immi'nin evi merkez istasyondan sonra çok sürmezmiş, ama Jörg Kuglin bir taksi tuttu gene. İyi oldu, daha çabuk vardık. Vardık ki bekliyorlar. Hasan uzunca boylu, Malatyalı. Faruk İstanbul çocuğu, boyu ortanın üstünde. Koy u gözlük takmış... Ayağa kalkarken biraz zorluk çektiğini gördüm. Bir bacağı öbüründen kısaydı. 0 gün orada tanıştık, işte o güzel karikatürleri çizen Faruk Çağla buydu...
Sanat tarihinde kimi sanatçıları başarıya erdiren birtakım itilerden söz edilir. Örneğin erken yaşta çekilen acılar, örneğin üvey ana elinde büyümek. Örneğin aşırı yoksulluk, sakatlık, hastalık. Düşünürsünüz, bunlar olmasaydı,şu şu şu sanatçılar olmazdı. Kesin biliniyor artık, aşağılık duyguları da insandan insana değişerek olumlu roller oynuyor.
Faruk Çağla'nın yaşamında da var böyle bir iti. Daha üç buçuk aylıkken, annesi göğüslerinden hastalanmış. Bir şişlik var. Komşuları,"Emzir oğlanı, geçer!" demişler. Ama irinliymiş göğüsler. Bozuk süt Faruk'u hasta etmiş. Nasıl bir hastalık idiyse, bacaklarından çelimsiz kalmış sonra. Güya İstanbul'da oturuyorlar. Yoksullar için coğrafyanın her yeri köy. Ana baba, bir çözüm bulup Faruk'u iyileştirememişler. Yeniyetmelik yaşında bir de ayaktopuna dadanmış bizimki. Temelli bozulmuş bacaklar.Yıllar ilerliyor. Delikanlı yaşına geliyor Faruk. Sol bacaktaki bozukluğu gidermek için ameliyat oluyor. Daha iyi hastanelere, daha uzman doktorlara çok para gerek. Babasının biraz ucuzcadır diye alıp götürdüğü doktor Faruk'u daha beter sakatlıyor. Diz çıkıntı yapıyor. Hem de biraz kısalıyor bacak. Kısalık on santimi buluyor zamanla. Yeniden ameliyat olup iyileşmek için kalkıp Almanya'ya geliyor. Ama en az üç ameliyat gerekiyor bunun için. Birincisini Giesen Üniversitesinde geçiriyor. İkincisi, üçüncüsü için büyük paralar gerekiyor. Türkiye pahalı, Almanya daha pahalı."Can parası!" demişler buna. Yurtta yoksuldu, Almanya'da daha yoksul. Bir işi yok. Oturma izni yok. Bundan dolayı sigortası yok. Sadece dostları olan işçiler, öğrenciler var. Bunların başında Marktoberdorf'taki Âşık Temeli geliyor. Faruk'u otomobili ne alıp günlerce, o hastane senin, bu hastane benim,dolaştırıp olanak ve ilgi bulmağa çalışıyor. Hem de evinde yatırıp kaldırıyor.
Sözü bağlamam gereken yerdeyim tam.Faruk,ta çocukluğundan başlayarak hem yoksul, hem hasta, hem sakat.Üç dert,al birini,vur ötekine! Sakat olmasa,ortadan yukarı boyu ile yakışıklı, gözlerinden zekâ fışkıran, cana yakın bir insan. Sakatlığı, karşılar dan bakınca göze çarpmıyor. Ama kendisi biliyor ya! Bu sakatlık, o yaşam dolu, beyni zeka dolu insanı kekeme de yapmış. Öyle anlar oluyor, kimsenin ayırdında olmadığı anlar,kendisi ayırdına varıyor sakatlığının, bundan olumsuz etkileniyor, korkunç üzülüyor. Diyelim sevdiği bir arkadaşıyla,önem verdiği bir durumda. Diyelim dost, düşman i cinde. Diyelim bir kız arkadaş yanında,durup dururken aklına geliyor sakatlığı. Birden kararıyor dünyası. Önce onunla telefonda konuştum. Söylemese kekemeliğinin ayırdına varmayacaktım. Yüz yüze gelince de, bacağından sakat bir insan olduğunu hiç düşünmedim. Demek ki önemi yok, ama onun için önemli! Bu onun saatlerini, dakikalarını, yaşamını zehir ediyor!
Böyle oluşunda bence, çok duyarlı bir insan oluşunun etkisi var. Sanatçı olmaya yatkın duyarlıkta bir insan. Biraz duyarsız, Anadolu'da köylülerin "kalın gönlü" dediği türden bir insan olsa, gerçekten hiç önemi yok. Ama Faruk öyle değil. Kendisini sürekli denetim altında tutuyor. Sürekli bir uyanıklık içinde, öyle kendini gözlüyor. Böyle olmasa sanatçı olmazdı, çizer olamazdı. Gerçi, duyarlı ve zeki insanların hepsi sanatçı olmuyor, olanlar da kimi zaman hemencecik ortaya çıkmıyor, bekliyor. İnsanı sanatçı yapan duyarlılık ile zekâ, büyük baskıların altında uzun zaman uyuyor. Bu uykunun otuzuna, kırkına kadar sürdüğü örnekler biliyoruz. Faruk'ta bu kadar geç değil.1970'te yanlış ameliyat yüzünden aylarca hastanede yatıp çıktıktan sonra, bastonla dolaşmaya başlayınca, ilk yapıtlarını vermeye başlıyor. Buna oldukça yatkınlığı da var, çünkü o yıl İstanbul Uygulamalı Güzel Sanatlar Akademisi'ni bitirip grafikçi oldu. Sakat olmasa, yeterince arayıp tarayabilse, biraz iş bulabilir, örneğin reklâmcı olarak çalışabilir. Bastona bağlanınca, eve kapanıp karikatür çiziyor. Karikatür aylarını, yıllarını doldurmaya başlıyor. Bunlardan oluşan bir kitap ile birkaç dosyayı görünce heyecandan ürperdim: Apaçık, hem de çok haklı bir başkaldırıdır bu yapıtlar!
Kendi öyküsünden yola çıkıyor Faruk. Bütün sanatçıların ilk çalışmalarında, az çok öz yaşamsal etkiler vardır. Faruk da kendini sakat bırakan doktoru,ameliyat olduğu ve uzun süre yatarak yakından tanıdığı hastane ortamını çiziyor. Biri birinden önemli, etkili ve güzel yapıtlar çıkıyor ortaya. Örneğin, hastasını ameliyata hazırlayan doktor. Elinde testere, ama arkasına gizlenmiş. Gülerek el sıkıyor. Hastası da gülüyor, doktoruna güveniyor çünkü. Ama sonuç her zaman olumlu değil işte!.. Ayak bacak sakatlığı üstüne pek çok yapıtı içinde, sakatlara gösterilen ilgi, daha doğrusu ilgisizlik, estetik biçimler içinde, vurucu bir açıklıkla gösteriliyor... Örneğin, iki kişi el edip yoldan geçen otomobili durduruyor. Biri sakat, biri bayan. Otomobili süren, bayanı alıyor, sakatın yüzüne bakmadan geçip gidiyor... Başka biri: Otobüs durağında bekleyen insanlar. Otobüs geliyor. Sırayla biniyorlar. Kuyrukta bir sakat var. Ama o en arkadan binebilir ne yazık!.. Başka biri: Bir sakat, ortopedi kliniğine çıkacak. Klinik tepede, bilmem kaçıncı katta. Asansörü yok. Sakat insanı merdivenlerin dibinde görüyoruz. Merdivenler uzayıp gidiyor. Tâ yukarda bir yazı: "Ortopedi"!... Başka biri: Sakat bir kadın, merdivenlere yönelmiş, yukarı çıkacak. Yanda asansör de var, ama kapısına "Doktorlar içindir!" yazmışlar. Bu yapıt Faruk'un kitabına sığmamış, Cumhuriyet'te görmüştüm...
Bütün bunların hepsi özyaşamsal. Kendi derdini anlatırken bir hayli de abartıyor.Ama abartma sanatta bir yöntemdir. Sanatçı konusunu böylece daha iyi gösterebilir. Diyeceğini daha belirgin diyebilir. Siz eğer gerçeği görmek istiyorsanız, abartmanın payını atınız, kalanı alınız,sonuç gene acıdır.
Acıları duyurması bir başarıdır sanatçının, tıpkı sevinçleri duyurması gibi. Ama kendi özyaşamsal acılarını sürgit anlatmakla insan sanatçı olabilir mi? İlk yapıtlarda nerdeyse kaçınılmaz olan bu yöneliş, belirli bir süre sonra yerini öteki insanların acılarına, sevinçlerine bırakmalıdır. Kepçeyi sürekli özyaşamına daldıran sanatçılar, çorbayı yeterinden çok sulandırmış aşçılara benzerler... Ama bence Faruk Çağla, kendi acılarını başka insanların acılarına bağlayabilmiştir. Bir kişinin halinden insanlığın haline geçebilmiştir. Bu,çok zor elde edilebilen bir başarıdır. Bunu sağlayan sanatçı artık bulunduğu yerde kalamaz. Nitekim Faruk Çağla'nın konuları birden genişliyor: Savaşın yergisi, barışın övgüsü. Özgürlükler için verilen savaşımda cezaevine düşenlerin çilesi. Militarizmin eleştirisi. En çok da dört duvar içinde yaşamak zorunda bırakılan insanlar. Savaşımı orada sürdürenler, orada okuyup, spor yapıp var kalmaya çalışanlar, zeki ve duyarlı bir sanatçının kaleminden sanat düzleminde yaşama ve tarihe geçiriliyorlar... Onun bunlar kadar öne çıkan bir konusu da çevreyi kirleten, kirletmek de söz mü, öldüren akılsız bir endüstrileşmedir. Bu tür endüstrileşme içinde ölüme karşı duran, yıkılmayan yaşam, Faruk'un çizgilerinde kimi zaman yeni, kimi zaman yepyeni yaklaşımlarla önümüze geliyor.
Bütün büyük sanatçılarda olduğu gibi Faruk Çağla'nın da kendine göre bir biçemi (üslûbu),daha doğrusu özel denilebilecek çizgileri var. Kimi zaman tuğla tuğla, biriket biriket örülüyor onun yapıtları. İşte yabanelde çalışma konusu, Almanya'daki işçilerimiz. İki el arasında bir işçi. Bu ellerin ikisi de,"Hayır! Artık yeter!" anlamına kalkmış. Biri ardından itiyor, yani kovuyor, öbürü önünü kesiyor, yani "Gelme!" diyor. İşçinin elinde İngiliz anahtarı, koltuğunda ekmek. Bir ileri, bir geri gidip geliyor. Bocalıyor da diyebilirsiniz buna. Konu bu kadar açık. Başka çizerler ve yazarlar da işledi. Faruk, bir tek bununla bir kitaplık mesaj koyuyor ortaya. Bunu öyle yapıyor ki, işçiyi durduranların patronluk giysilerinin desenlerine varasıya çizip gösteriyor her şeyi. Süslemeci dedirtecek derecede, her ayrıntıyı gösteren ince bir işçilik. Onun karikatürleri çoğu zaman, ışığı, gölgesi ile dopdolu dörtgenler, birer resim, birer sanat yapıtı resimlerdir...
Konuları değiştikçe biçemi de değişiyor: Eskilerin "Aşk" dediği, sanatın ilk gününden bugüne, hiçbir zaman boşlamadığı ana konularından biri olan sevi'yi de ele alı yor elbet. Kadın ile erkek alabildiğine incelmişler bura da. İki cinsin insanları uçar gibi biri birlerinden yana koşuyorlar. Kartpostal büyüklüğünde bir dörtgeni üçe bölmüş örneğin. Birinciye, karşılıklı koşan kadın ile erkeği çizmiş. İkincide, kavuştu kavuşacak kadar yaklaşmış bunlar. Birikmiş özlemleri gidermeye yarım adım ya kalmış, ya kalmamış. Üçüncüde, caaart! diye yırtılıveriyor kâğıt. Kavuşma, olanaksız duruma gelmiş. Meğer kâğıt üzerinde oluyormuş o koşu! Bununla, yaşamı zehir eden bürokrasiyi, yaz-çiz'ciliği kötülüyor herhal. Bir bakıma, sadece sevilerimiz değil, bütün yaşamlarımız kâğıt üzerinde. Kimlik kâğıdın olmasın, pasaportun olmasın da gör başına neler geliyor! El kadarcık kâğıt üzerinde bir vizen, bir mühürün olmasın da gör... Bu tür karikatürlerini hem kitabından, hem dosyalarından gözden geçirirken epeyce dalıp gittim.
Niçin dalıp gittiğimi anlatayım: Yurdumuzun sanatçıları, ne yazık, değerlerine uygun, iyi kağıtlara basılmış, yeterli albüm yada kataloglar çıkaramıyorlar. Türk resmi gibi karikatürünün de bugün dünya çapında adları var. Ama acaba kaç çizerimizin böyle birer albümü vardır? Olanların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Oysa bunları yapıp, yaptırıp, hem içerde, hem dışarıda ilgilenenlerin önüne koymak, hiç de zor değildir. Bugünkü basım olanakları içinde pahalı da değildir. Ama basım olanağından daha önemlisi anlayıştır. Anlayış yoksa, değil çizerlerin yapıtlarının bastırılıp yayılmasına, onların çizilmesine göz yumulmuyor. Bu yüzden mahkeme kapılarında, cezaevlerinde süründürülüyorlar, ya da iyi olmaz hastalıklarla, kendi hallerine bırakılıyorlar. Öldükten sonra gerçi bir sürü ah vah işitiliyor. Ama kime ne yararı var günü geçmiş ahların, vahların? Sanatçıya yaşarken sahip çıkmalı...
Evet, Faruk Çağla ile Heidelberg ve Mannheim şehirlerinde tanıştım. Açtığı sergilerde konuşmalar yaptım. Geçirmesi gereken iki ameliyat için dayanışma olsun diye Alman kültür kurumlarında ya da kitapevlerinde yapıtlarımdan parçalar okudum. Bu sırada biribirimizi yakından tanıdık. Aynı evde konuk olduk, aynı odada yattık. Anlayabildiğim kadarıyla, yeni kuşak sanatçılarımızın kendini iyi yetiştirmiş seçkin temsilcilerin den biridir o. Sanatın kuram ve uygulaması üstüne bilgi ve deneyleri, şaşılacak derecede çoktur. Onun beni asıl etkileyen yanı, çektiği bunca çileye karşın,yaşama sevinci dolu bir insan olmasıdır. Sakatlığın acısı, ve belki geçireceği ameliyatlardan duyduğu korku, zaman zaman kafasını burgu gibi oyup durduğu halde, gülmeyi, çevresini güldürmeyi bir an olsun boşlamıyordu. Kahkahalarla gülemediği zamanlarda bıyık altından gülüyordu. Dünyaya böyle gülerek bakıyordu genellikle. Onun, sakatlığı giderildikten sonra çizecekleriyle, önümüze hem renkli, hem siyah beyaz, pırıl pırıl, taptaze bir dünya serilecektir. Buna candan gönülden inanıyorum. Orasından burasından anlattığı yaşamöyküsü, yorulmaz bir sanatçının varlığını gösterdi bana. Mannheim'de Hasan Aydoğan'ın evinde, bir ara Selda'nın bugüne kadar nedense görmediğim bir kaseti elime geçti. Hemen teype koyup dinlemeye başladım. Selda'nın türküleri benim gibi onu da etkiliyordu. Bir ara Ege'den bir zeybek vuruluyordu sazda. Dayanamayıp kalktı. Yataklarımızın serili olduğu odanın içinde diz vura vura oynamaya başladı. Hem de sakat diziyle vuruyordu yere. Bunun ayırdına vardığında bir utanacak, hemen geri basıp yerine oturacak oldu. Ama olan olmuştu, boş verdi, zeybeği sonuna kadar oynayıp baş etti.
Onunla olduğumuz geceler o kadar çok konuştuk, yaşamın anlatılmasına o kadar çok daldık ki, şimdi düşünüyorum, bir daha böyle tatlı beraberlikleri nasıl bulabileceğiz diye, kendi kendime sormadan edemiyorum. Başımızı yastığa koyup gözlerimizi yumduğumuz da, kol saatlerimiz sabahın altılarını gösteriyordu. Ertesi gün de en geç sekizde fırlayıp kalkıyorduk. Onu bilmem, benim bunca uzun konuştuğum, uzun konuşmalarını dinlemeye vakit ayırdığım insanlar çok az olmuştur.
Faruk Çağla için yeni yapıtlar, yeni sergiler, yeni albümler dilerim. Hepsinden de önce, onun tez zamanda iyileştiği ameliyatların başarıyla geçmesidir en candan dileğim...